Gerçekler can yakar.
Dikkat, bu bir ayrılık hikayesidir...
Dikkat, bu bir ayrılık hikayesidir...
Eylül, 2005. Üniversiteye kaydını
yeni yaptırmışsın. Senden yüzlerce km uzakta bir kız arkadaşın var. Yüzünü bile
göremiyorsun doğru dürüst. Telefonla konuşmak da yetmiyor tabi, bazı
beklentiler var ve iki taraf da karşılayamıyor. 3 ay sonra bir mesajla her şey bitiveriyor.
Ama bu bir son değil; aslında yeni bir başlangıç… Üniversitede hazırlık
sınıfında bir yarıyıl geçirmişsin. Bir kız arkadaşın olmasına rağmen (uzakta
oluşundan mıdır bilinmez) hayatına yeni birini sokuyorsun. Platonik bir şeyler
var içinde. Bir taraftan da kendini suçluyorsun. Bağlı olamadığın için. Diğer kızın
ise senin farkında mı onu bile bilmiyorsun. Bir gün kız geliyor ve sana evlenme
teklifi ediyor. Şakayla cevap veriyorsun:
-Bu hayatımda duyduğum en saçma evlenme teklifi.
Bir tiyatro oyununda kocası olmasını istiyor senden. O andan itibaren aylarca birbirinize şakayla karışık ‘karıcım’, ‘kocacım’ diye hitap etmeye başlıyorsunuz. Daha da yakınlaşıyor, samimi oluyorsunuz.
-Bu hayatımda duyduğum en saçma evlenme teklifi.
Bir tiyatro oyununda kocası olmasını istiyor senden. O andan itibaren aylarca birbirinize şakayla karışık ‘karıcım’, ‘kocacım’ diye hitap etmeye başlıyorsunuz. Daha da yakınlaşıyor, samimi oluyorsunuz.
Ocak, 2006. Sömestr tatiline
girmişsin. Ayrılığın daha ilk günleri ve içinde bir burukluk var. Dönemin facebook
muadili msn-messenger’da durumunu özetleyen bir şarkı sözü yazıyorsun herkes
okusun diye (aslında ‘o’ okusun diye) Kumdan Kaleler’den ‘bu aşk burada biter
ve ben çekip giderim, yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver’.. Mesaj istediğin
yere ulaşıyor. 50 günlük msn maratonu başlıyor. Her gece sabahlıyorsunuz. Sohbet
ediyorsunuz. Aşktan, müzikten, hayattan, ailenizden ve arkadaşlarınızdan
bahsediyorsunuz. Karıcım demeye devam ediyorsun. 14 Şubatta arayıp karının
sevgililer gününü kutluyorsun. Tam bir hafta sonra, 21 Şubatta onun kardeşinin
doğum günü var. Arayıp tebrik edecek kadar yakınlaşmışsınız. Sonra saçma bir
sebepten tartışıyorsunuz. Sadece sevgililerin edeceği türden bir kavga. 22 Şubat
gecesi bir mesaj geliyor. Can Yücel’in “Anladım” şiirinden bazı manidar dizeler…
Sonunda senin de anlaman dileğiyle diyor. Bir kız sana alenen seni seviyorum
diyor. 3-4 gün sonra okula gidiyorsunuz ilk kez görüşme anı… Birbirinize sıkıca
sarılıyorsunuz. Günlerce beraber geziyorsunuz. Herkes birlikte misiniz diyor. Hayır
diyorsunuz.. Sonra bakıyorsunuz ki birlikte olmanız için
bir engel yok; birbirinize bakıp “galiba, evet” diyorsunuz. Teklifsiz, isimsiz bir
şekilde neredeyse 6 yıl sürecek bir macera başlıyor. Yıl dönümü kutlamak için
de 22.02.2006’yı seçiyorsunuz.
Haziran, 2010. Üniversite bitmiş,
kepler fırlatılmış, mezuniyet dansı yapılmış. İlk kez geriye dönmek için bir
sebepsiz bir yaz tatili başlıyor. En uzun ayrılık… O yaz ABD’ye gidiyorsun, 3.5
aylığına. Mesafe arttıkça sorunlar da artıyor. Aramamandan şikayet ediyor. 24
saat evde, iş bulamamanın stresiyle depresyon halinde olan kız arkadaşın, saat
farkını veya yabancı bir ülkede günde 10 saat çalışıp eve yorgun dönen seni
anlayamıyor. Tüm tartışmalara rağmen, Ekimde dönüyorsun ve seni öyle güzel karşılıyor
ki (topluluk içinde öpüşmemeye karar vereli 3 yıl olmuş) dakikalarca
dudaklarını bırakmıyor. 10 gün boyunca 24 saat berabersiniz. Hiç ayrılmıyorsunuz.
3.5 ayın acısını çıkarıyorsunuz. Tekrar araya ayrılık giriyor. O yılın Yılbaşında
bir otelde gene başbaşasınız. Her şey harika, zaten üniversitenizin de,
çevrenizin de en popüler en efsanevi çiftisiniz. Herkes sizi örnek alıyor. Evlenmek
için tarih belirliyorsunuz. Aileler anlaşmış. Her şey süper. Ömür boyu
mutluluğa son bir engel kalmış: Askerlik.
Nisan, 2011. Askere gideceksin. Topu
topu 5.5 ay sürecek. Daha nereye gideceğin de belli değil. Son kez görmek için
yanına gidiyorsun. 5 günü birlikte geçiriyorsunuz. Duygusal bir veda. Beraber bir
fotoğraf çekiliyorsunuz. O fotoğrafa ranzanda ya da Suriye sınırına 10 metre
mesafede bir dağın başında taşların üzerinde de yatsan her gece o fotoğrafa
bakmadan uyumuyorsun. Senin gideceğin yer belli olduğu gün o da iş buluyor. İkiniz
de çok seviniyorsunuz. Çünkü o stresten kurtuluyor, senin de gözün arkada
kalmıyor. Ama aslında bunun ne kadar kötü bir süreç olduğunu asla bilemezdin. Bir
hudut karakolunda 4 ayın geçiyor. Onu hiç habersiz bırakmıyorsun. Aileni bile
aramadığın günler oluyor ama onu fırsat bulduğun her gün arıyorsun. Ama dönmene
birkaç hafta kala telefonda sesinde bir gariplik hissediyorsun. Kuruntu mu
yoksa 5.5 yıllık bir birliktelikten gelen altıncı his mi; onda bir soğukluk
hissediyorsun.
Eylül, 2011. Tezkereni almışsın.
Anne ve babanı 2 gün görüp doğruca ona gidiyorsun. Hiç bu kadar ayrı
kalmamışsınız. Onu o ilk gördüğün gün gözlerinin önünden gitmiyor. İlk gününüzden
beri her yaz tatili sonrası tekrar bir araya geldiğinizde ki buluşma anınız
filmlerdeki ‘slow-motion’ sahneler gibidir. Sanki dünya durur da sizin
kalpleriniz beraber atmaya devam eder. Bu kez de bunun 5 katı hatta 10 katı
olacak sanıyorsun. Ona sıkı sıkı sarılmak, elini saatlerce bırakmamak,
dudaklarında dudaklarının ısısını, burnunda hasret kaldığın kokusunu duymak
istiyorsun. Ve kuruntun gerçek oluyor. Anlık bir sarılma, yanaktan hafif bir
öpücük, tek bir cümle: “zayıflamışsın”. Sonraki birkaç hafta telefonda
karşılıklı ağlama nöbetleri, tartışmalar, özür dilemeler duyuyorsun. Artık her
şey tepetaklak olmuş. Ne olduğunu anlamıyorsun. Hatayı kendinde arıyorsun,
bulamıyorsun. Ona soruyorsun. Cevaplar veriyor:
-Bilmiyorum bana ne olduğunu.
-Seni gönderdiğim gibi karşılayamadım.
-Galiba gerçekten özgürlük duygusuna kendimi fazla kaptırdım.
Her şey solmaya başlıyor.
-Bilmiyorum bana ne olduğunu.
-Seni gönderdiğim gibi karşılayamadım.
-Galiba gerçekten özgürlük duygusuna kendimi fazla kaptırdım.
Her şey solmaya başlıyor.
Aralık, 2011. Yılbaşında beraber
olmamız gerektiğini söylüyor, bu zamana hiçbir yılbaşında ayrı kalmadığınızı
hatırlatıyor, beraber olursanız eskisi gibi olacağını söylüyorsun. Ama o “iş”
diyor. “hesaplar toplanca” diyor. Sen ondan bir fedakarlık bekliyorsun, her
şeyi telafi etmesi için bir fırsat veriyorsun. Yılbaşına bir 10 gün falan kala
gelmesinin imkansız olduğunu söylüyor. Bu bardağı taşıran son damla senin için.
Ona yılbaşının umrunda olmadığını ama her şeyi düşünmesi için zaman veriyorsun.
3 gün, 5 gün diyorsun. Ne kadar lazımsa; düşün, fotoğraflarımıza bak, beni
hatırlatan anılarını hatırla eğer bunlar bugününden değerliyse ara her şeye baştan
başlayalım diyorsun, hayatını geçirdiğin şehrini, İstanbul’unu onun için
bırakmaya hazırsın. Yeter ki, ‘gel’ desin. Aradan 10 gün geçiyor. Aramıyor. Gitgide
sende de birşeyler eksiliyor. Yılbaşı geçiyor. Günler geçiyor. Haftalar… En
azından "düşündüm ve bitirelim kararına vardım" demesi için bile olsa aramasını bekliyorsun. Bir an geliyor artık arasa da ne diyeceğini kestiremiyorsun. Koca bir buz parçasının parçalanıp
okyanusa gömüldüğü gibi, senin de içinden bir parça kopup eriyip gidiyor. Kalbinde
ona ait olan yerde koca bir boşluk hissediyorsun.
Şubat, 2012. Bugün hala bu
yazıyı yazacak kadar özlüyorsun onu. Onun yokluğunun yarattığı üzüntüden çok
yıllarca verilmiş emeğin, yapılmış fedakarlıkların boşa gitmesinin üzüntüsüyle,
ona içmeyeceğine söz verdiğin sigarandan dumanları oluk oluk ciğerlerine
çekiyorsun. Varsın ömründen bir altı sene de nikotin çalsın diye. Seni iyi bir insan yapmayı başardığı
için herkes ne kadar minnettar da olsa ona; sen onun sana kattığı tüm iyi
şeylerden kurtulup kötü bir insana dönüşüyorsun. İçindeki karanlığın bir kanser
gibi büyüyüp tüm vücudunu sardığını hissediyorsun. Seni hayatta tutan, “gerçek
aşk”ın yerini sadece “hayal kırıklığı” almış şimdi. Ama bu his “O”na değil asla; Tanrının
adalet anlayışına... Bunu çok erken fark ediyorsun. Ve bir atasözünü test ederek onaylıyorsun:
"Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş."
"Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş."
Gerçek bir hikayeden alıntıdır. Benim hikayemden...
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Olumsuz da olsa yorumlarınızı bekliyorum.
Not: Görsel materyal, "Lie to Me" dizisinin afişinden alıntıdır.