29 Şubat 2012

Ayrılık Günlüğü...



Gerçekler can yakar.

Dikkat, bu bir ayrılık hikayesidir...

Eylül, 2005. Üniversiteye kaydını yeni yaptırmışsın. Senden yüzlerce km uzakta bir kız arkadaşın var. Yüzünü bile göremiyorsun doğru dürüst. Telefonla konuşmak da yetmiyor tabi, bazı beklentiler var ve iki taraf da karşılayamıyor. 3 ay sonra bir mesajla her şey bitiveriyor. Ama bu bir son değil; aslında yeni bir başlangıç… Üniversitede hazırlık sınıfında bir yarıyıl geçirmişsin. Bir kız arkadaşın olmasına rağmen (uzakta oluşundan mıdır bilinmez) hayatına yeni birini sokuyorsun. Platonik bir şeyler var içinde. Bir taraftan da kendini suçluyorsun. Bağlı olamadığın için. Diğer kızın ise senin farkında mı onu bile bilmiyorsun. Bir gün kız geliyor ve sana evlenme teklifi ediyor. Şakayla cevap veriyorsun:
-Bu hayatımda duyduğum en saçma evlenme teklifi.
Bir tiyatro oyununda kocası olmasını istiyor senden. O andan itibaren aylarca birbirinize şakayla karışık ‘karıcım’, ‘kocacım’ diye hitap etmeye başlıyorsunuz. Daha da yakınlaşıyor, samimi oluyorsunuz.
Ocak, 2006. Sömestr tatiline girmişsin. Ayrılığın daha ilk günleri ve içinde bir burukluk var. Dönemin facebook muadili msn-messenger’da durumunu özetleyen bir şarkı sözü yazıyorsun herkes okusun diye (aslında ‘o’ okusun diye) Kumdan Kaleler’den ‘bu aşk burada biter ve ben çekip giderim, yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver’.. Mesaj istediğin yere ulaşıyor. 50 günlük msn maratonu başlıyor. Her gece sabahlıyorsunuz. Sohbet ediyorsunuz. Aşktan, müzikten, hayattan, ailenizden ve arkadaşlarınızdan bahsediyorsunuz. Karıcım demeye devam ediyorsun. 14 Şubatta arayıp karının sevgililer gününü kutluyorsun. Tam bir hafta sonra, 21 Şubatta onun kardeşinin doğum günü var. Arayıp tebrik edecek kadar yakınlaşmışsınız. Sonra saçma bir sebepten tartışıyorsunuz. Sadece sevgililerin edeceği türden bir kavga. 22 Şubat gecesi bir mesaj geliyor. Can Yücel’in “Anladım” şiirinden bazı manidar dizeler… Sonunda senin de anlaman dileğiyle diyor. Bir kız sana alenen seni seviyorum diyor. 3-4 gün sonra okula gidiyorsunuz ilk kez görüşme anı… Birbirinize sıkıca sarılıyorsunuz. Günlerce beraber geziyorsunuz. Herkes birlikte misiniz diyor. Hayır diyorsunuz.. Sonra bakıyorsunuz ki birlikte olmanız için bir engel yok; birbirinize bakıp “galiba, evet” diyorsunuz. Teklifsiz, isimsiz bir şekilde neredeyse 6 yıl sürecek bir macera başlıyor. Yıl dönümü kutlamak için de 22.02.2006’yı seçiyorsunuz.
Haziran, 2010. Üniversite bitmiş, kepler fırlatılmış, mezuniyet dansı yapılmış. İlk kez geriye dönmek için bir sebepsiz bir yaz tatili başlıyor. En uzun ayrılık… O yaz ABD’ye gidiyorsun, 3.5 aylığına. Mesafe arttıkça sorunlar da artıyor. Aramamandan şikayet ediyor. 24 saat evde, iş bulamamanın stresiyle depresyon halinde olan kız arkadaşın, saat farkını veya yabancı bir ülkede günde 10 saat çalışıp eve yorgun dönen seni anlayamıyor. Tüm tartışmalara rağmen, Ekimde dönüyorsun ve seni öyle güzel karşılıyor ki (topluluk içinde öpüşmemeye karar vereli 3 yıl olmuş) dakikalarca dudaklarını bırakmıyor. 10 gün boyunca 24 saat berabersiniz. Hiç ayrılmıyorsunuz. 3.5 ayın acısını çıkarıyorsunuz. Tekrar araya ayrılık giriyor. O yılın Yılbaşında bir otelde gene başbaşasınız. Her şey harika, zaten üniversitenizin de, çevrenizin de en popüler en efsanevi çiftisiniz. Herkes sizi örnek alıyor. Evlenmek için tarih belirliyorsunuz. Aileler anlaşmış. Her şey süper. Ömür boyu mutluluğa son bir engel kalmış: Askerlik.
Nisan, 2011. Askere gideceksin. Topu topu 5.5 ay sürecek. Daha nereye gideceğin de belli değil. Son kez görmek için yanına gidiyorsun. 5 günü birlikte geçiriyorsunuz. Duygusal bir veda. Beraber bir fotoğraf çekiliyorsunuz. O fotoğrafa ranzanda ya da Suriye sınırına 10 metre mesafede bir dağın başında taşların üzerinde de yatsan her gece o fotoğrafa bakmadan uyumuyorsun. Senin gideceğin yer belli olduğu gün o da iş buluyor. İkiniz de çok seviniyorsunuz. Çünkü o stresten kurtuluyor, senin de gözün arkada kalmıyor. Ama aslında bunun ne kadar kötü bir süreç olduğunu asla bilemezdin. Bir hudut karakolunda 4 ayın geçiyor. Onu hiç habersiz bırakmıyorsun. Aileni bile aramadığın günler oluyor ama onu fırsat bulduğun her gün arıyorsun. Ama dönmene birkaç hafta kala telefonda sesinde bir gariplik hissediyorsun. Kuruntu mu yoksa 5.5 yıllık bir birliktelikten gelen altıncı his mi; onda bir soğukluk hissediyorsun.
Eylül, 2011. Tezkereni almışsın. Anne ve babanı 2 gün görüp doğruca ona gidiyorsun. Hiç bu kadar ayrı kalmamışsınız. Onu o ilk gördüğün gün gözlerinin önünden gitmiyor. İlk gününüzden beri her yaz tatili sonrası tekrar bir araya geldiğinizde ki buluşma anınız filmlerdeki ‘slow-motion’ sahneler gibidir. Sanki dünya durur da sizin kalpleriniz beraber atmaya devam eder. Bu kez de bunun 5 katı hatta 10 katı olacak sanıyorsun. Ona sıkı sıkı sarılmak, elini saatlerce bırakmamak, dudaklarında dudaklarının ısısını, burnunda hasret kaldığın kokusunu duymak istiyorsun. Ve kuruntun gerçek oluyor. Anlık bir sarılma, yanaktan hafif bir öpücük, tek bir cümle: “zayıflamışsın”. Sonraki birkaç hafta telefonda karşılıklı ağlama nöbetleri, tartışmalar, özür dilemeler duyuyorsun. Artık her şey tepetaklak olmuş. Ne olduğunu anlamıyorsun. Hatayı kendinde arıyorsun, bulamıyorsun. Ona soruyorsun. Cevaplar veriyor:
-Bilmiyorum bana ne olduğunu.
-Seni gönderdiğim gibi karşılayamadım.
-Galiba gerçekten özgürlük duygusuna kendimi fazla kaptırdım.
 Her şey solmaya başlıyor.
Aralık, 2011. Yılbaşında beraber olmamız gerektiğini söylüyor, bu zamana hiçbir yılbaşında ayrı kalmadığınızı hatırlatıyor, beraber olursanız eskisi gibi olacağını söylüyorsun. Ama o “iş” diyor. “hesaplar toplanca” diyor. Sen ondan bir fedakarlık bekliyorsun, her şeyi telafi etmesi için bir fırsat veriyorsun. Yılbaşına bir 10 gün falan kala gelmesinin imkansız olduğunu söylüyor. Bu bardağı taşıran son damla senin için. Ona yılbaşının umrunda olmadığını ama her şeyi düşünmesi için zaman veriyorsun. 3 gün, 5 gün diyorsun. Ne kadar lazımsa; düşün, fotoğraflarımıza bak, beni hatırlatan anılarını hatırla eğer bunlar bugününden değerliyse ara her şeye baştan başlayalım diyorsun, hayatını geçirdiğin şehrini, İstanbul’unu onun için bırakmaya hazırsın. Yeter ki, ‘gel’ desin. Aradan 10 gün geçiyor. Aramıyor. Gitgide sende de birşeyler eksiliyor. Yılbaşı geçiyor. Günler geçiyor. Haftalar… En azından "düşündüm ve bitirelim kararına vardım" demesi için bile olsa aramasını bekliyorsun. Bir an geliyor artık arasa da ne diyeceğini kestiremiyorsun. Koca bir buz parçasının parçalanıp okyanusa gömüldüğü gibi, senin de içinden bir parça kopup eriyip gidiyor. Kalbinde ona ait olan yerde koca bir boşluk hissediyorsun.
Şubat, 2012. Bugün hala bu yazıyı yazacak kadar özlüyorsun onu. Onun yokluğunun yarattığı üzüntüden çok yıllarca verilmiş emeğin, yapılmış fedakarlıkların boşa gitmesinin üzüntüsüyle, ona içmeyeceğine söz verdiğin sigarandan dumanları oluk oluk ciğerlerine çekiyorsun. Varsın ömründen bir altı sene de nikotin çalsın diye. Seni iyi bir insan yapmayı başardığı için herkes ne kadar minnettar da olsa ona; sen onun sana kattığı tüm iyi şeylerden kurtulup kötü bir insana dönüşüyorsun. İçindeki karanlığın bir kanser gibi büyüyüp tüm vücudunu sardığını hissediyorsun. Seni hayatta tutan, “gerçek aşk”ın yerini sadece “hayal kırıklığı” almış şimdi. Ama bu his “O”na değil asla; Tanrının adalet anlayışına... Bunu çok erken fark ediyorsun. Ve bir atasözünü test ederek onaylıyorsun:
"Gözden ırak olan, gönülden de ırak olurmuş."

Gerçek bir hikayeden alıntıdır.  Benim hikayemden...



Okuduğunuz için teşekkür ederim. Olumsuz da olsa yorumlarınızı bekliyorum.

Not: Görsel materyal, "Lie to Me" dizisinin afişinden alıntıdır.   

20 Şubat 2012

New Orleans Günlüğü Part-3 "Bourbon Street"



New Orleans adına karaladığım ilk iki yazı okumuşsanız bu üçüncüsü biraz daha eğlenceli olacaktır eminim. Çünkü, Bu kısımda Bourbon St.’den bahsedeceğim biraz da. Burası N.O.’ın en hareketli ve meşhur yeridir vesselam.
Bourbon Street, New Orleans’ın French Quarter bölgesinde yer alan bir sokaktır aslında. Bizdeki İstiklal Caddesi gibi yalnızca yaya trafiğine açık ve yalnızca turizm ve eğlence amacıyla hizmet veren 700-800 metre falan uzunluğunda bir sokak. Adından da anlaşılacağı gibi bu sokakta alkol revaçta. Alkol varsa eğlence de vardır mantığıyla sokağın başından giriyorsunuz. Ve izlenimler şöyle:
Sokak hava kararmaya başlayana kadar sessiz ve temizlik geceye hazırlık vs. ile pek cazip değil. Gündüz gözüyle görülebilecek en iyi tarafı binaları. Çünkü hava kararınca bu ayrıntılar pek fark edilemiyor. Binalar, genel olarak 2-3 katlı ve birbirine yapışık, mimariden anladığım kadarıyla 1800lerden kalma, harika taş ve ahşap işçiliğine sahip çoğunlukla otel ve barların, restoranların ve gece kulüplerinin ev sahipliğini yapıyorlar. Hani western filmlerinde “saloon” denen mekanlar olurdu. Bunlar aynen öyle 100 küsur yıldır korunmuş saloonlar aslında. Ama tabi arka arkaya dizilmiş onlarcası. Hava kararmaya başlayıp da mekanlar neon lambalarını yakmaya, sokak müzisyenleri yerlerini almaya başladı mı; sokak hareketlenir, kalabalıklaşır.
Söylemeyi unuttum, İstiklal Caddesi bir noktada benzerliğini kaybediyor buradan çünkü burada mağazalar yerini barlara ve striptiz kulüplerine bırakır. Kalabalıkla beraber akarken sokağın içlerine akarken barlardan ve restoranlardan müzik sesleri yükselmeye, kulüplerden kapılarına dışarı yarı çıplak kızlar çıkmaya, barların ikinci katlarındaki balkonlarda insanlar yerlerini almaya başlar. Adrenalinin içinizde tırmandığını hissedersiniz. Ve gürültüye alıştığınızda da ilk mekana ayak basarsınız.
Burada restoranlarda klasik blues çalar, kalabalıkça bir orkestra ve mumlu masalarda yemek yiyen insanlar vardır. İçerisi buram buram 1930’lar kokar. Tabi birkaç saatine 200-300 dolar bayılanacağından burun kıvırıp devam ediyoruz. Hani biz “kedi”yiz, orası da “ciğer”, tabi “mundar” diyoruz. Yersen. Barlarda alkol ucuz ama sürüm fazla; müzik hızlı, ortam şen şakrak. Her barda birer gurup var amatör (ama çok başarılı tabi) ve aslında playlistleri birbirine çok yakın. Çalan popüler müzikler çoğunlukla klasik rock, 80’ler ve country. Bu durum gece saat 01’e kadar böyle gibi. Biranızı alır bir kenara çekilirsiniz, bir masaya oturur yada ayakta durursunuz. Müziğe kapılır gidersiniz. İnsanlar kendinden geçerler, dans ederler, şarkılara eşlik ederler… buraya kadar her şey normal. Türkiye’den farkı yoktur. Saat 21 civarı oldu mu alkolün tüketimi artar, bodyguardlar kapılara çıkarlar ve kimlik sormaya başlarlar. 21’in altı giremez. Bunu görünce insan soruyor “ulen ne değişti 10 dakika içinde?” diye. Yasaksa 21’den öncede yasak ama bu bir nevi göz ardı edilen bir ihlal. Artık içerde danslar erotikleşmeye, çift gelenler yaklaşmaya, tek gelenler çift olmaya başlarlar. Ve belki de Bourbon Street’in en güzel 2 adetinden biri. Garson kızlar…
Bourbon Street’te, unutamadığım iki büyük gelenek var daha önce görmediğim. Biri garson kızların burbon servisi, diğeri kolye hediyesi. Önce sıradan olan kolye hediye etmeden bahsedeyim de ‘tatlı’yı sona saklayayım. Kolyeler aslında bizdeki 99’luk tespihler gibi plastik boncuklardan oluşan renkli halkalar. Rio karnavalındaki gibi insanlar birbirlerine bu kolyelerden hediye ediyorlar. Neye göre? Genellikle insanlar beğendikleri karşı cinslerine veriyorlar. Birisi size kolye verdiyse sizi güzel ya da yakışıklı bulmuş demektir. Sonra gülümser ve yola devam edersiniz. Kolyeniz boynunuzda. Alkol damarlarda daha hızlı akmaya başlayınca, artık hediye kolye vermek için bazı talepleri karşılamanız gerekebiliyor ki işin eğlencesi de burada başlıyor. Kolyeyi almak için öpücük vermeniz istenebilir. Yani bir erkek olarak kolyesini almak için hiç tanımadığınız bir kızı dudağından öpmeniz isteniyorsa buna hayır diyemiyorsunuz. Bir de balkonlardan kolye atan insanlar var ki, alem bir olay. Balkondaki kız olsun erkek olsun; yürüyen bir kıza seslenirler, kolyeyi vereceklerini bunun için göğüslerini açmasını söylerler. Saat ilerledikçe açılan göğüs sayısı da artıyor. Şimdi soracaksınız nedir bu kolyeyi bu kadar kıymetli yapan diye. Aslında 10 tanesi 1 dolar falan gündüz saatlerinde. Amaç eğlence. Gece sonunda boynunuzda ne kadar kolye varsa o kadar eğlenmişsiniz, popüler olmuşsunuz gibi bir anlam yüklüyorlar size. Ayık kafayla saçma evet…
Gelelim tatlıya… Barlarda alkol ucuz demiştim. Yani 3-5 dolara bir şişe bira alınabilir. Barına ve saatine ya da barmenin sempatisine göre bu fiyat düşebilir de, çıkabilir de. Emsal olsun diye söylüyorum 3 doların değerini. Bir barda yaklaşık 4-5 kız garson çalışır ve burbon servisi yaparlar. Bu laboratuarlarda kullanılan deney tüplerinin daha büyüklerini düşünün. Yaklaşık 100-150ml (kahve fincanı kadar falan, aslında tekila shot bardağı kadar) lik tüplerin içinde renkli sıvılar taşıyan güzel ve seksi 20-22 yaşlarında kızlar hayal edin. Bu tüplerin bir tanesi 3 dolar. Yani bir bira parası. Amaç bir dikişte burbonu içmek yani shot yapmak. Çok sert bir alkol olmadığı için ne var ki bunda diyebilirsiniz. Asıl olay tüptekini içebilmeniz değil, nasıl içtiğiniz. Çünkü metod harika. Garson kız tüpün kapalı tarafını kendi ağzına sokar, siz garsonu kucaklarsınız ve açık tarafından burbonu kafaya dikersiniz. Garson kızımız burada bardak vazifesi görür. Gereksiz yere bir gecede böyle 5-10 tüp götürürsünüz. Bir kızıl vardı onu unutamıyorum hala. Eğer saat 2’ye geliyorsa ve (Louisiana kanunu gereği) mekanlar kapanmaya başlıyorsa; garsonlar alkolü fazla kaçırmışsa sizin gibi; garson tüpü kendi ağzına boşaltır siz de onun ağzından içebilirsiniz. İşte bu da böyle bir anı.
Striptiz kulüplerinin içini bilmiyorum maalesef. Girmedik pahalı olur diye ama sonradan öğrendik ki çok da pahalı değilmiş. Üzüldük. Barlar kapanmaya yarım saat bir saat kala; artık boşalmaya başlar, kendine çift bulanlar işi pişirmeye ve sahneler de artık diskoya dönüşür. Benim zerre zevk almadığım popo dansları yapan insanlar kopmaya başlarlar. Hani alkolün miktarını arttırdıysanız arada sizde kaynayıp gidiyorsunuz.
Bourbon St. Genel olarak eğlenceli bir ye. Müzik doğal olarak harika, sokak çalgıcılarını dinlemek ayrı bir zevk. Mekanların içi de dışı da hareketli ve gürültülü ama kesinlikle sıkıcı değil. Zaten bir ortam sizi açmazsa alternatifi 20 25 tane daha var. Saat 02’den sonra artık barlar kapanır ve sokak hiç tekin olmamaya başlar. Yani sakın ola bir ara sokakta sızıp kalmayın. Barların çevrelerinde bir taksi durağından araca atlayıp kaldığınız yere götürmesini söyleyin. Taksicileri ço kibar ve güvenilir insanlar. Bunu bize kanıtlayan ve başımızı dertten kurtaran taksici ve başımıza gelenleri diğer yazımda anlatacağım. İnanın ki çok eğleneceksiniz. Hangover’ ın 3.filmine hikaye olur bizimki çünkü.
Bir dahaki yazımda görüşürüz. Esen kalın hoşçakalın.

18 Şubat 2012

...ilk nefes




Doğduğum zaman, doktor kıçıma vurup da ilk nefesimi aldığım zamanı hatırlayamıyorum tabi; ama ben bir ilk aşkımın nefesini bir de sigaradan aldığım ilk nefesi unutamıyorum.

49.995 lirayı 5 liralık banknotlar halinde bir varile doldurup, kalan 5 lirayı zippo çakmakla tutuşturup varile atar ve o paralar cayır cayır yanarken dumanının tamamını içine çekersin. Neden mi?

Babam, çok boş bir zamanı olacak herhalde, üşenmemiş evlendikleri günden itibaren annem ile birlikte sigaraya verdikleri ortalama parayı hesaplamış. Bugünün parasıyla 50.000 lira gibi bir meblağ söyler. Bunu bana 'boşa giden para', 'pişmanlık' ya da “oğlum biz içiyoruz, sen içme bak” demenin farklı bir yolu olarak mı düşündü bilmiyorum ama sonuçta evlatlar babalarının sözlerini dinleselerdi, pamuk gibi bir ciğere ama bok gibi sıkıcı bir hayata sahip olurlardı.

Bazen bir dal sigarayı paylaşmak zorunda olduğum durumlarda, hep ilk nefesi ben çekeyim; bekaret gibi, sigarayı ilk ben bozayım isterim. O nefesi öyle güçlü çekerim ki içime, dumanı ayak başparmağımın ucundaki en son sinir hücresinde dahi hissederim. Bir saniyeden kısa sürdüğünü bilsem de, dünyayı 'slow-motion' görüp, kalbimin atışının kulaklarımda yankılanışını duyarak nefesi geri verirken; yanık tütünün her molekülünün bedenimden koparkenki canımı yakışına aldırmaz, her dal sigaranın tabutuma çakılacak bir çivi daha olduğunu iyi bilirim.

Olur da; karanlık ortamlarda, sigarayı ters tutar filtre tarafından yakarsam eğer, içtiğime içeceğime lanet okurum... Sinirlerim bozulur, ama ne o berbat tadına, ne kendi aptallığıma değil; yalnızca boşa yanan bir sigaraya lanet okurum. Ağzımın tadı bozulur, saatlerce su dahi içemem. O boktan tadı yumuşatan en iyi ilaç bu kez doğru taraftan yakılmış bir sigaradan alınan ilk nefestir.

İlk nefes önemlidir vesselam. Hayattan aldığım ilk nefesi hatırlamıyorum, kıçıma şaplak yerken. Ama hayata vereceğim son nefesimde; doktorlar kıçımdan uzak dururlarsa sevinirim.

Saygıdeğer dostum Philip Morris'e...

Fotoğraf: Dazed And Confused (1993) filminden, Milla Jovovic.

Kurbağa, Köpek ve Tanrı


Yılanlar, akrepler, kuzgunlar ve kara kediler gibi Kurbağalar da felaket habercisi olarak görülürler. Aşağıdaki hikâye bunun kanıtıdır.
KURBAĞA HAKKINDA BİR AFRİKA EFSANESİ
Çok az suyun bulunduğu bir gün, İnsanoğlu zamanını düşünerek geçirmiş ve bir gün ölüp bir daha kalkamayacağının farkına varmış. İnsanoğlu, çiçek açan bir bitki gibi, öldükten sonra tekrar yaşama dönmesini rica etmesi için Köpek’i Tanrıya göndermiş.
Köpek yola çıkmış ve burnunu izleyip Tanrı’ya doğru gitmiş. Kısa süre sonra çorba kokusuyla dikkati dağılmış ve açlıkla kokunun kaynağına yönelmiş. Çorbanın kaynamasını izlemek için yakına gelen köpek halinden memnunmuş ve görevini unutmuş.
Köpek’in kaybolduğunu gören Kurbağa, Tanrı’ya gitmiş ve İnsanoğlu’nun bir daha yaşamak istemediğini söylemiş. Eğer İnsanoğlu yeniden doğarsa diye düşünmüş Kurbağa, kısa sürede nehirleri kirletip kurbağaların doğum ve yaşam yerlerini yok eder.
Sonunda Köpek, İnsanoğlu’nun mesajını iletmek için Tanrı’nın yanına varmış. Yatmış ve uluyarak söylediği şarkıda İnsanoğlu’nun yeniden doğmaya muhtaç olduğunu dile getirmiş. Tanrı Köpek’in İnsanoğlu’na olan sadakatinden etkilenmiş.
Ama Tanrı Kurbağa’nın dileğini yerine getirmiş çünkü o önce gelmiş.
[ ALINTIDIR ] 
HellBoy - Yıkım Dölü; İthaki Yayınları, 1. Baskı, 2003. Çizgi Roman.

New Orleans Günlüğü Part-2 "Eğlence"



Efendim ikinci kısımda birincisi gibi New Orleans izlenimlerimden oluşuyor. Ancak bu kez herkesin bildiği New Orleans’a dair eklemeler şeklinde.    

Şimdi New Orleans diyince insanın aklına ilk gelen şey müzik ve zenciler (bu tabiri küçümseyici alanlar almasın öyle bir niyetim olamaz 3.5 ayımı birlikte geçirdikten sonra). Evet doğrudur. Günümüzde Blues ve Jazz müziğin iki merkezinden birisidir New Orleans (diğeri de Chicago tabi). Modern Jazz, Chicago’da daha hakimdir. Geleneksel Jazz ise New Orleans’da. Aslında Blues’un da Jazz’ında New Orleans’da doğduğu bir gerçektir ve hala izlerini taşımaktadır. Ama maalesef yalnızca izlerini... Çünkü tarihe duyulan saygı ve turizmin haricinde pek fazla ilgilenilmiyor artık. Yaşatmaya çalışan topluluklar ise oldukça azalmış. Yani hala kökleriyle beraber yaşayan özelikle 40 üzeri yaşlı zencilerle, bu amaca kendilerini adamış müziksever gençler haricinde pek hatırlanmıyor diyebilirim. Gerçek Blues müziğin yapıldığı, klasik barların bulunduğu bölgeler ne yazık ki turist çekmiyorlar. Dolayısıyla biz de oralara gidemedik. Ancak turistlere hizmet veren ve tarihi diyebileceğimiz French Quarter ve Bourbon Street hala New Orleans’ın kalbinin attığını gösteren yegane yerler olduğunu anladık.

Haftanın her günü düzenlenmediğini bildiğimiz kortej yürüyüşüne tanık olmayı başarabilirseniz (ki biz tesadüfen denk geldik), unutulmaz anlar yaşayabilirsiniz. Gözünüzde 10-15 kadar üflemeli (trombon,saksafon,klarnet,trompet,tuba), onlardan biraz daha az trampet, davul gibi vurmalı enstrüman çalan, bandocu edasıyla geleneksel ve süslü kıyafetler giymiş 30 kadar adam çalıp söyleyerek New Orleans’ın en işlek caddelerinde yürürler. Yolda rastladıkları tüm müzikseverleri arkalarına takarlar, kilometrelerce yürüyüp dans ederek, Jazz çalıp söylerler. French Quarter’a geldiklerinde artık yüzlerce insan olurlar. İşte bu topluluğa eşlik etmek ya da durup izlemek her şeye bedeldir.

Gündüzleri New Orleans’da yapılacak en iyi şey, tarihi binaları, parkları falan gezmektir. Çünkü eğlenceye yönelik tüm aktiviteler hava kararmaya yakın başlar. O zamana kadar herkes işinde gücündedir. Bizim gibi altınızda arabanız varsa şehrin biraz dışına çıkıp bataklıkları vs. görebilirsiniz. Müslüman olun olmayın, kiliselerini mutlaka görmelisiniz. Güneyde olmasından dolayı herhalde (gezdiğim 4 eyalet de güneydeydi, kuzeyi görmedim ama biliyorum) adım başı kiliseye rastlıyorsunuz. Yeni yapılanlar genelde yerleşim bölgelerinde, tarihi olanlar ise şehir merkezi civarında olduğu için şanslısınız. Çünkü çok güzel mimariye sahip ve görülmesi şart olan harika binalara sahipler. Bilmem size ne kadar cazip gelir ama tarihi mezarlıkları da mutlaka görülmeli. Bizdeki gibi sadece taştan ibaret fazla mezar yok. Özellikle eski olanlar o filmlerde gördüklerimiz gibi büyük, taş işçiliği mükemmel ve birer sanat şaheseriler. Hani Fatiha okumak için durmasanız da ayrıntıları incelemek için önlerinde bir dakika duruyorsunuz.

Hava kararınca, trafik de azalıyor ve Canal St. Tabela ışıklarıyla binbir renge bürünüyor. Gece 3-4 gibi arabayla çok çok yavaş caddede ilerlemek, jazz müzik eşliğinde… İşte o zaman bir Amerikan Rüyasını gerçekleştirip, o romantik ambiansın içinde kaybolabilirsiniz. Yani bunu Türkiye’de de yapabilirsiniz ama o his bambaşka. (en azından benim için öyleydi.)

Aslına bakarsanız, ABD’de bulunuyorsanız New Orleans öyle yapılacak onlarca şeyle dolu bir şehir değil. 2-3 gün ayırmanız fazlasıyla yeterli. Yüzmek, güneşlenmek, geniş caddelerinde gezip, alışverişin dibine vurmak, geceleri o bar senin bu bar benim eğlenmek ya da bir tepeye çıkıp şehrin manzarasını izlemek gibi bir tatil planınız varsa New Orleans yanlış bir seçenek. Eğer ‘Geleneksel Amerika’dan hoşlanıyorsanız, kalabalık yerine kafa dinlemek, gerçek Amerikan mutfağını tatmak, gecenizi yalnız müzikli eğlenceye bırakmak istiyorsanız, modern-popüler gezilerdense biraz daha sıradan ve melankolik turlardan hoşlanıyorsanız, okyanus manzarasına nehir manzarasını yeğleyebilecekseniz New Orleans harika bir tercih. Beyazların hala birer Güneyli (ama kesinlikle cahilinden olmayan, iyi anlamda), siyahının hala kibar, göçmenlerin hala göçmen (Latinleri ve Asyalıları kastediyorum) olduğu sıradan bir Amerikan şehri. 

Kafanız benim gibi huzur arıyorsa ve müzik her anınızın vazgeçilmez bir parçasıysa, uzun ve yavaş otoban yolculuklarını, hızlı cadde yarışlarına, tişört, şort, spor ayakkabıya, gömlek,kot pantolon, çizmeye, tramvaya binmeyi metroya, ‘65 model bi Chevrolet’i 2012 Ferrari’ye, Harley Davidson’ı Kawasaki’ye Ray Charles’ı 50 Cent’e tercih ediyorsanız; Los Angeles ya da New York sizin şehriniz değil Sayın Dostum. New Orleans’a gitmelisiniz.


New Orleans Günlüğü Part-1 "Tanışma"


Benim gibi 25 yaşına gelip de Türkiye’ninkiler dışında pek fazla şehir görmediyseniz; gördüğünüz en önemli yeri paylaşmanız doğaldır. Doğrudur efendim. New Orleans böyle bir yerdir işte benim için.

Tarihini ve ABD’nin tam neresinde uzun uzun anlatmayacağım. Keza Wikipedia ne güne duruyor. Eğer ABD’nin eyalet sisteminin mantığını çözdüyseniz New Orleans’ın Louisiana eyaletine bağlı bir şehir olduğuyla başlamak istiyorum. Louisiana (kısaca LA), ABD’nin en güneyinde, Meksika Körfezi’nde diğer eyaletlere kıyasla daha az popüler ve pek çok açıdan (eğitim, işsizlik vs.) gerilerde bulunan hani Türkiye’nin bir Hakkâri’si, Şırnak’ı gibi bir yer. Nüfusun da büyük çoğunluğu siyahi ve geleneklerine bağlı.

New Orleans (kısaca NOLA) ise LA eyaletinin en kalabalık ve en turistik şehri. Mississippi Nehri şehri ikiye bölüyor. (Bu nehrin adını herkes bilir, ABD’yi neredeyse boydan boya katediyor, bu nehirle aynı ismi taşıyan bir eyalet de mevcut ama nehir en fazla Louisiana’ya can veriyor.) Yakın zamanda NOLA’yı dünya gündemine taşıyan en önemli olaysa etkilerinin hala sürdüğü Katrina Kasırgası.

Şimdi efendim, televizyondan, filmlerden vs. aşina olduğumuz ABD şehirlerinden New York, Chicago, Washington, New Jersey, Los Angeles, San Fransisco vs. gözünüzün önüne getirin. Yüksek binalar, gökdelenler, kalabalık caddeler, karanlık sokaklar, neon ışıklı geceler, dev heykel-köprüler… New Orleans bunların hepsine sahip ama diğerlerine göre daha minyatürce. 3-4 tane gökdelen denebilecek bina ki bunlar da otel vs. zaten. Canal Street denen en işlek caddesi geceleri rengârenk ışıklarla aydınlanır, kalabalıkta kaybolmazsınız, köprüleri sanatsal değil demir yığınıdır. Yani New Orleans’da New York, Chicago, Boston gibi bir metropol havası bulamazsınız. ABD’nin tüketici, kapitalist, yok edici imajının yerine daha geleneksel, daha sıcak (atmosferik olarak da geçerli) bir şehir görürsünüz. “İnsan bir sokak köşesinde düşüp ölse kimse yardım etmez” denen ABD değildir orası. Sokakta hiç tanımadığınız bir insanın gayet içten bir şekilde  “merhaba”, sabahları “günaydın” dediği, tek ortak noktanızın “otobüs beklemek” olduğu biriyle havadan sudan konuşabileceğiniz bizdeki o “Sıcak Anadolu İnsanı”nı görürsünüz. (en azından gündüzleri ve bazı bölgelerde)

Louisiana dolayısıyla New Orleans, isminden de anlaşılacağı gibi Fransız sömürgesi imiş. Sokakları, mahalleleri vs. genelde Fransızcadır. Ha bugün Fransız kültüründen kalan bir şeyleri var mı derseniz, ben göremedim. Geleneksel Amerika’yı en iyi görebileceğiniz şehirlerden biri bence. Kendini yalnızca gerektiği ölçüde geliştirmiş ve geçmişinden kopmamış bir şehir. Canal St.’de otantik bir tramvay tüm şehri boydan boya gezer. Ama şehrin sembolü olacak kadar ünlü değildir. Şehre nerden bakarsanız görülebilecek kadar büyük  “Superdome” adlı bir de stadı bulunuz. N.O. Saints adlı Futbol takımının stadı olmakla beraber başka birçok gösterinin de yapıldığı dev gibi bir yapıdır kendisi. Ama herhalde en büyük görevi kasırgada sağlam kalıp insanlara sığınak olarak üstlenmiştir.

Büyük bir şehir olmasına rağmen, NOLA’da insanlar büyük apartmanlarda yaşamazlar bizim gibi. Hani ‘flat’ değil ‘house’ tipi evlerde yaşarlar. 1-2 katlı, bahçeli, garajlı evlerde. Louisiana’nın köklü aileleri ise (yani zamanında mülk sahibi, köle çalıştıran cinsten) daha büyük bahçeli, etrafı duvarlarla çevrili, belki kendine ait bir korusu hatta gölete sahip olan 3-4 katlı konaklarda otururlar. O insanlar şehrin ileri gelenleridir. Yani New Orleans’da sakat sokakların yanında huzurlu mahallelerde bulunur.


New Orleans’ı bir belgesel gibi yazmak istemezdim ama anlatacak çok fazla şey olduğundan parçalara bölerek yayınlamayı daha uygun buluyorum. 2. Parçada New Orleans’ın daha kültürel ve turistik açılarından yazacağım. Bourbon St.’i ise başlı başına anlatacağım. Orada başımıza gelen aklımdan çıkaramadığım anekdotlarımı ise bambaşka bir başlıkta yazmayı uygun görüyorum. Umuyorum ki hepsini sabırla okursunuz.

15 Şubat 2012

Amerikan Kültürünün Türkiye Yansımaları.



Söze başlarken, Amerikan Kültürü mü; bizim asırlık kültürümüzün yanında Amerika'nın karma kültürü de bir şey mi? dediğinizi duyar gibiyim. Kesinlikle haklısınız. Coğrafi keşiflerin dolayısıyla Amerika’nın keşfinin; Osmanlı’nın yayılmacı politikasının dolaylı bir sonucu oluşu ve tarihi göz önüne alındığında; iki kültürün kıyası kulağa şaka gibi geliyor, evet. Ama günümüz popüler kültürünün Amerika’nın kontrolünde olduğunu ve Türkiye’nin de bundan etkilenmediğini yadsıyamayız. Anadolu Türklerinin geçtiğimiz bin yılda Arap, Fars ve Avrupa (özellikle Fransa ve Almanya) kültürüyle kendininkini harmanladığını, Orta Asya kültürünü asimile ettiği kabul edilen bir gerçekken...

Kültürüne kabaca bakarsak; Amerika, 18.yüzyılın sonlarına kadar kolonileştiren ülkelerin kültürünü taşır. İngiltere, Fransa ve Almanya ile İskandinav ülkelerinin sanat, din ve hayat tarzını yaşar. “Yeni Dünya” artık A.B.D adını alınca, ilk kolonistler köklerinden sıyrılır, milletleşirler. İç Savaştan sonra artık tüm dünya halklarına cazip gelen yeni bir şans kapısı konumuna gelir. 1900lerin başında, yeni gelenler aileleriyle beraber kültürlerini de getirip, harmanlayarak yepyeni bir millet olmayı başarırlar. Yani o yıllara genel olarak bakıldığında her Eski Dünya ülkesinin kültürünün izlerini bu yeni millette görmek mümkündür. Bu kısma kadar bir “Amerikan Kültürü” adlandırması yapmak yanlış olur, bence de. Ancak 2.Dünya Savaşı’ndan ezici bir galibiyetle çıkıp; Sovyetler ile birlikte “Dünya Gücü” unvanını İngiltere, Fransa gibi ülkelerden almayı başarır. Avrupa savaşın yaralarını sarmakla, Sovyetler askeri ve ekonomik olarak güçlenmekle meşgulken; Amerika sanatsal ve teknolojik olarak da ilerleyerek öne geçmeyi başarır.

İşte tam bu noktada; Sovyetlere kıyasla ABD, ekonomik materyallere sanat akımları ve “Amerikan Rüyası” imajını da ekleyerek kitlelere Amerika’nın her anlamda daha iyi olduğunu kanıtlamaya çalışır. 1950’ler ve sonrasına baktığımızda kimin bunu daha iyi götürdüğünü görebiliriz. Günümüze baktığımızdaysa kazanan ortadadır. 5000 yıllık kültür tarihindeki hiçbir büyük güç yoktur ki; günümüzde baskın olanın içinde adını sayalım.

Türkiye’nin 50lerden günümüze kadar ABD ile ekonomik ve siyasi etkileşimlerinin haricinde; kültürel olarak nasıl etkilendiğine gelirsek…
Yeni kurulmuş, bağımsızlığını ilan etmiş bir ülke ve 2000den fazla yıllık kültürü ve tarihi olan bir millet; savaşa girmiş bir dünya ve suya atılan bir taş misali yarattığı dalgaları, ayakta durmaya çalışan ülkemin ayağını kaydırır. İki büyük gücün yardım elinden birini seçmek zorundadır (O günün hükümetinin buradaki tercihinin doğruluğunu tartışmayacağım). Amerikan Rüyası böylece Türkiye’ye adım atar. Geçtiğimiz bu 60 yıla baktığımda; radyolarda, Avrupa’nın klasik müziği ve Türk Halk ve Sanat Müziklerinin yanında Amerikan müzikleri çalmaya, Blues, Jazz, Rock, Pop plakları satılmakta, sinemada Hollywood filmleri gösterilmekte, sokaklarda Amerikan arabaları dolaşmakta, etrafı Amerikan şirketlerinin tabelaları doldurmakta, restoranları yayılmaya başlamakta, kitaplar bile “US-Bestseller” listelerinden seçilmekte olduğunu görüyorum.

Şimdi, Türkiye’de geleneksel akımların varlığını bir kenara bırakıp, kalan her şeyi irdelersek; Türkiye’de mutlak bilinmesi gereken dil İngilizce olmakta. Türk yemeklerindense hamburger, pizza tercih edilmekte. Müzisyenler rock, pop, rap yapmakta, filmler Hollywood’dan özenilip, diziler direkt ABD televizyonlarından alınmakta. Yazılan romanlar ABD’li yazarların kurgusunu taklit etmekte (yani en azından 50lere kadarki edebiyatımız ya Fransız özentili Saray edebiyatı ya da halk edebiyatı olduğu düşünülürse eleştirim yanlış algılanmaz kanaatimce.), Türkçeye Amerikan ağzından kelimeler eklenmekte.

Tüm bunları içimize kadar sokansa, izlediğimiz filmler, diziler, dinlediğimiz şarkılar aslında. Ben çocukluğumda Ninja Kaplumbağalar izledim, pizza diye, Red Kit okudum, kovboy olucam diye (ki hala devam ediyor), filmlerini izledim McDonald’s diye tutturdum.
Her kuşak biraz daha fazla yaşıyor bu kültürü. Yani belki de dedem sadece otomobillerini, babam sinemasını ve müziklerini, annem TV dizilerini ve markalarını, ben restoranlarını ve bilgisayarlarını gördüm. Her kuşakla birlikte kendi kültürümüze ait kavramların da biraz daha azalıp yerini yenisinin aldığını gördük.

Demek istediğim, benim kuşağım cep telefonu, McDonald’s, İnternet, mp3, SMS, facebook olmayan bir hayatı gördü ve bunlarsız nasıl yaşayacağını biliyoruz. Amerikan Kültürünün hayatımıza soktuğu, bugün başımızı çevirdiğimizde gördüğümüz hiçbir şey olmadan yeni kuşaklar yaşayamazlar.

Haydi bu yazımdan bir ders çıkaralım, aman efendim kitlelere duyurup kültürümüze sahip çıkalım diye yazmadım bunları. Zaten 2000 küsür yıllık kültürü, 60 yılda bu kadar yok etmişken, adamın tekinin bakış açısıyla akıllanacak değiliz.
Bu arada yazıya ait resim kendi yaratımımdır. Biraz iddialı bir çalışma oldu sanki.

60lara ve Rock’n Roll’ un 2 Kraliçesine Övgü...


Bob Dylan, Beatles, Rolling Stones, Led Zeppelin, Deep Purple, The Doors, Pink Floyd, Jimi Hendrix (unuttuklarım varsa affola)…
Normalde Klasik-Rock, 60 - 70ler Rock’n Roll şarkıları arşivimde üst sıralarda yer almazlar. Aslına öncülere saygım olmasa dinlemem bile denebilir. Neden bilmem hippilerin kol gezdiği, Vietnam karşıtı müziklerin falan revaçta olduğu, vos-vos minibüslerin tosbağaların, rengarenk kıyafetlerin, ‘peace’ yazılarının ve sembollerin duvarları doldurduğu, dans ve isyan dönemler, ne kadar ilgimi çekse de o şarkıları dinleyince eve kapanıp uyuşturucu partilerine kendimi vermek gibi sapkın düşünceler içine giriyorum. Bunda izlediğim filmlerden gelen görsel yanılsamanın etkisi mi var yoksa gerçekten şarkılardaki tınılar mı beni böyle düşüncelere sevkediyor henüz bilemiyorum.
O dönemi yaşamanın yakınından bile geçmedim. İşte filmler, kitaplar falan ne gördüysek o. Ama malum müzik sınır ve zaman tanımıyor. On asır da geçse ruhunu kaybetmiyor. Şimdi bu yaşta o dönemi olumsuz eleştirmek gibi bir gaflete düşemem tabi. Hala o çağın ruhunu taşıyan birkaç insanla tanışma fırsatı buldum, yaptığım seyahatlerden birinde. Bu bana ne yaşattı? 60ların ruhunu hissetme fırsatını…
Beni o yıllardan kendine çeken pek az kişi var ki bunlar bence dönemin en güzel kadınlarından ikisi olmalı: Grace Slick ve Janis Joplin. Seksapel çekimi bir kenara koyarsak (ki ben koymakta güçlük çekiyorum), bu kadınların müzikleri de ilgimi o yöne çekmeyi başarıyor.

Şimdi efenim, Janis Joplin’i hemen hepimiz tanırız. Solistliğini yaptığı gurubu Big Brother and the Holding Company haricinde solo kariyerinde mükemmel bir başarıya ulaşmış çatlak, çılgın, uyuşturucu müptelası tipik bir 1960lar ünlüsüdür kendisi. Gerçek bir hippidir vesselam. Blues, jazz ağırlıklı bir sound’u vardır ve literatüre öyle aman aman 10larca albüm bırakıp da veda etmemiştir müzik piyasasına. Aslında edememiştir. Çünkü; tesadüften ileri gelen birçok büyük rock yıldızı gibi 27 yaşında ölüvermiştir aşırı dozdan. 100lerce parçası yoktur ama efsanedir. (Bence Michael Jackson da öyledir ya neyse bundan sonra bahsederiz) Onu efsaneleştiren olaylardan birisi de bence 1969-Woodstock Festivalidir. Gerçi festivalden 1 sene kadar sonra yitip gitmiştir dünyadan ama 27 yıllık hayatına bu kadar anı da doldurabilmeyi bilmiştir. Biz ki o yaşa gelmemize 1 yıl kalmış daha bir baltayla kanka olamamışız; hatun dünyayı sallamış. Neyse işte Janis Joplin böyle de yüce bir zattır efenim.

Grace Slick’ diyince çoğu insan o kim ki la? diyor. Müzik zevki böyle biraz benimkine yakın olan (öyle rakçı, metalci gibi deyimlerden kaçınıyorum) zat-ı muhteremler Jefferson Airplane veya Jefferson Starship adlı gurupları duymuş olabilirler diye tahmin ediyorum. Duymamışlarsa da araştırmaya başlamakta yarar var. Bu hanım kızımız (kendisi hala yaşamakta ve muhtemelen anneannemle aynı yaşta olmalı), bu guruplarda lead vokal yapan Joplin’e göre daha az yırtık daha az keş ama onun kadar o ruha sahip ve güzel bir kadındır yani. 69-Woodstock’ta sahneye çıkacak kadar da önemlidir müzik tarihi açısından. Alışılmış melodileri içermeyen, daha sıra dışı ama kesinlikle kötü olmayan bir sese sahiptir. Birazdan sayacağım şarkılar bu iki ‘kadın’ın bana verdiği ruhani hazzı size de vereceğini düşünüyorum. Sizde de dumanaltı bir ortam yaratma hissiyatı uyandırırsa bağlantıyı koparmayalım keza ben sigarayla elimden geleni yapıyorum.

Bu iki şahsiyetten bahsedip yazımı sonlandırırken ve ayrı ayrı fotoğraflarını ararken, onların bu yazının haricinde pek çok kez bir araya geldiklerini başka bloglarda ve fotoğraflarda görme fırsatına eriştim. Bu yüzden yazıyı 4. bir fotoğrafla renklendirmeme izin verin.

Velhasıl kelam, o dönemi yaşayamamış, hani çok da yaşamak istemeyen (özellikle bu ülkede; malum o yıllar Türkiye’de darbeler, sağlar sollar havalarda uçuyorlardı..) ama bir kültür ve yaşam tarzı olarak saygıda kusur etmeyecek biri olarak söylemeliyim ki bu iki kadına Kraliçe diyerek yüceltmeme, övgüler yağdırmama anlayış gösterin.

Janis Joplin’in;
Cry Baby, Me and Bobby McGee, Move Over şarkıları ile Led Zeppelin’in Kashmire şarkısına yaptığı yorum
İle
Grace Slick (dolayısıyla Jefferson Airplane)’in;
Volunteers, White Rabbit, Somebody to Love, Plastic Fantastic Lover ile benim favorim High Flying Bird dinlenesi ve takip edilesidir sayın okuyucu.

Jesse James, Bir Kovboy ve Devrim Üzerine…





Jesse James için bir şeyler yazma gereksinimini hissetmemdeki sebeplerden biri dünyaca ünlü isimler arasında benimle aynı gün doğan pek fazla insana rastlamamış olmam. Tabi burada 2000' lerin popstarından bahsetmiyorum. Jesse James 5 Eylül 1847'de doğmuş. Benden tam 139 yıl önce yani. Ayrıca Türkiye'de onun adına pek fazla bilgi de bulunmayışı araştırma ve bahsetme isteğimi güçlendirdi. Peki kimdir Jesse James?
Jesse James, bir savaş kahramanı, yaşadığı dönemde gazetelerde hikayelerinin anlatıldığı kanun kaçağı, silahşör, banka soyguncusu, aile babası... Western filmlerinde anlatılan tipik bir kovboy. Eğer sizde beni gibi 'Vahşi Batı' filmleri izlemeyi seviyorsanız ya da çocukluğunuzda Teksas Tommiks falan okuyup hayran kalanlardansanız eminim ilgimi anlayışla karşılarsınız.
Filmlerden aşina olduğumuz çiftlik evlerinden birinde, henüz köleliğin yasaklanmadığı dolayısıyla Amerikan İç Savaşının henüz başlamadığı yıllarda çocukluğunu geçirir J.J. üvey babası ve kardeşleri ve ondan fazla kölesiyle ağalar gibi yaşarken 'İç Savaş' patlar. Daha 16 yaşındayken silahını beline takıp Güneylilerin saflarında gerilla gibi savaşır. Kuzeyliler için yapılan pek çok katliamda yer alır. Savaş bitip Güney kaybedince vurularak yakalanır. Henüz yirmili yaşlarının başında.. Ama bu hikayenin sonu değil başıdır halbuki.
Jesse James, Missouri eyaletinde yaşar. Eyalet ABD’nin tam ortasında, Kuzey ve Güney topraklarının sınırında yer almaktadır. Yani savaşın en çetin geçtiği yerlerden biridir aslında. Savaştan sonra da doğal olarak en fazla yıpranan şehirlerden biridir de ayrıca. İnsanlar hala savaşın izlerini taşıyorlardır. Köleliğin kalkmış olması ve kuyruk yarasıyla beraber hala bazı Güneyli guruplar devlete karşı şiddetli eylemlerine devam ederler. J.J de eski arkadaşlarıyla beraber bu eylemlerde yer almaya başlar. Filmlerden bildiğimiz banka soygunları, posta arabası saldırıları, tren baskınları… Artık J.J bir savaş kahramanı olmaktan çıkmış kanun kaçağı olmuştur. Yapılan darbeler Kuzeyli zenginlere, şirketlere yöneldiğinden Güneyliler gözünde yeni bir kahraman doğmuştur. O zamanki basının desteğiyle artık J.J 19. Yüzyıl Amerikasına damgasını vurmuş yeni nesil bir Robin Hood’dur. Zenginden alıp fakire vermiyor olsa da…
Başarılı ve başarısız olan pek çok soygundan sonra, ABD hükümeti ve soyulan şirketler için J.J’yi yakalamak artık bir gurur meselesi halini almış, başına ödül konmuş, duvarlara “Wanted” ilanları yapıştırılmaya başlanmış. Saklandığı şehirlerde halk tarafından sevilerek korunan J.J yakalanamamıştır. Dönemin ödül avcıları, özel dedektifleri ve hükümet ajanları da takibe katılmış ancak başarılı olunamamıştır. Sonunda çetesine aldığı iki kardeşin ihaneti ile kalleşçe sırtından vurularak öldürülmüştür.
Peki Jesse James’i sıradan bir kovboydan çıkıp bir kahraman yapan şey neydi? İyi bir silahşör oluşu mu, gazetelerde anlatılan uydurma hikayeleri mi, yakalanılamıyor oluşu mu?
Bence her şeyden çok J.J bir umut ışığı idi. Savaştan ağır bir yarayla çıkmış Güneyli halk için hala her şeyin bitmediğini, masa başında yada savaş alanında kaybedilmiş onurun tekrar kazanılmasına yardımcı olmuş bir maceraperesttir. Yaptığı işler ne kadar kanlı da olsa, düşmana vurulan her darbede halkın desteğiyle yüceltilmiş birisidir. Benzetmemi mazur görün ama başarılı her devrimde kahramanlaşan, ölümsüzleşen kişilerin arkasında hep halkın desteği vardır. Adolf Hitler, Che Guevara yaptıkları devrimlerde insanları yanlarına alarak başarılı oldular. (Bunun Hitler için iyi devam ettiğini ve bitiğini söyleyemeyeceğim.) Ya da vatan haini ilan edilmiş birisinin, yıkılmış bir imparatorluktan, milletinin desteğiyle cumhuriyet yaratmayı başaran ‘Büyük Önder’imiz Atatürk.
Bugün ileriye bakabilmek için tarihteki kahramanları örnek almak ya da yeni bir kahraman beklemek gerekmiyor bence. Ama bırakın kahraman olmayı sadece sesini çıkarmaya çalışan insanların, basılmamış kitapların dahi yok edildiği, özgürlüklerin kısıtlandığı bir yüzyılda (!) posta arabası mı soymalı yoksa yalnız bir kovboy gibi günbatımında at mı sürmeli kestiremiyorum.

Jesse James ile ilgili yayınlar için;

Performansların üst düzey olduğu ama bence fazlasıyla uzun ve sıkıcı bir film olan;
The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007)
Aksiyonu bol ama gerçek yaşam hikayesinden uzak yeni nesil bir western;
American Outlaws (2001)
Klasik bir western olan ve mutlaka izlenmeli diye düşündüğüm ki kadro muhteşem;
Jesse James (1939)
Türkçe çevirisini de başarılı bulduğum ancak İngilizcesini tercih ettiğim;
en.wikipedia.org/wiki/Jesse_James

Bruce Springsteen 2007 Dublin konserindeki ‘Jesse James’ performansı da dinlenesidir efendim.

7 Şubat 2012

Başlarken...



Öncelikle 'Jorque Tinner' nedir, ondan bahsetmek istiyorum. İnternet alemi içinde dolaşırken kendi ismini kullanmak demode olduğundan herkes gibi bir nickname arayışına girdim ben de.
Önce sevdiğim karakterler, müzik gurupları falan denedim ama kendim gibi orjinal bir isim bulmam gerekti. Metal müzik dinlediğim bir dönemde bir kısım arkadaş beni "metalci(!)" olarak görmediler ve bana "tenekeci" lakabını uygun gördüler. "Tin" İngilizce teneke demekmiş bunu öğrendim ve kendimce "The Tinner" ismini çıkardım. Uzun yıllarda pek çok yerde bu ismi kullandım.
Sonra tabi doğal olarak çok sıradan olan bu ismin yanına New York'un 'York'unu koyacaktım, sırf kulağıma hoş geliyor diye. York kelimesiyle biraz oynayıp, okunuşu aynı "Jorque" kelimesini uydurdum. Google'da, Facebook'da araştırdım Jorque adına rastlayamadım. Dünyada pek kullanılan bir kombinasyon olmadığını anlayınca artık bunu kullanmaya başladım.
Sonuç olarak; hayali "Jorque Tinner" karakteri işte böyle doğdu.