Efendim ikinci kısımda
birincisi gibi New Orleans izlenimlerimden oluşuyor. Ancak bu kez herkesin
bildiği New Orleans’a dair eklemeler şeklinde.
Şimdi New Orleans
diyince insanın aklına ilk gelen şey müzik ve zenciler (bu tabiri küçümseyici
alanlar almasın öyle bir niyetim olamaz 3.5 ayımı birlikte geçirdikten sonra).
Evet doğrudur. Günümüzde Blues ve Jazz müziğin iki merkezinden birisidir New
Orleans (diğeri de Chicago tabi). Modern Jazz, Chicago’da daha hakimdir.
Geleneksel Jazz ise New Orleans’da. Aslında Blues’un da Jazz’ında New Orleans’da
doğduğu bir gerçektir ve hala izlerini taşımaktadır. Ama maalesef yalnızca
izlerini... Çünkü tarihe duyulan saygı ve turizmin haricinde pek fazla ilgilenilmiyor
artık. Yaşatmaya çalışan topluluklar ise oldukça azalmış. Yani hala kökleriyle
beraber yaşayan özelikle 40 üzeri yaşlı zencilerle, bu amaca kendilerini adamış
müziksever gençler haricinde pek hatırlanmıyor diyebilirim. Gerçek Blues
müziğin yapıldığı, klasik barların bulunduğu bölgeler ne yazık ki turist
çekmiyorlar. Dolayısıyla biz de oralara gidemedik. Ancak turistlere hizmet
veren ve tarihi diyebileceğimiz French Quarter ve Bourbon Street hala New
Orleans’ın kalbinin attığını gösteren yegane yerler olduğunu anladık.
Haftanın her günü
düzenlenmediğini bildiğimiz kortej yürüyüşüne tanık olmayı başarabilirseniz (ki
biz tesadüfen denk geldik), unutulmaz anlar yaşayabilirsiniz. Gözünüzde 10-15
kadar üflemeli (trombon,saksafon,klarnet,trompet,tuba), onlardan biraz daha az
trampet, davul gibi vurmalı enstrüman çalan, bandocu edasıyla geleneksel ve
süslü kıyafetler giymiş 30 kadar adam çalıp söyleyerek New Orleans’ın en işlek
caddelerinde yürürler. Yolda rastladıkları tüm müzikseverleri arkalarına
takarlar, kilometrelerce yürüyüp dans ederek, Jazz çalıp söylerler. French
Quarter’a geldiklerinde artık yüzlerce insan olurlar. İşte bu topluluğa eşlik
etmek ya da durup izlemek her şeye bedeldir.
Gündüzleri New
Orleans’da yapılacak en iyi şey, tarihi binaları, parkları falan gezmektir.
Çünkü eğlenceye yönelik tüm aktiviteler hava kararmaya yakın başlar. O zamana
kadar herkes işinde gücündedir. Bizim gibi altınızda arabanız varsa şehrin
biraz dışına çıkıp bataklıkları vs. görebilirsiniz. Müslüman olun olmayın,
kiliselerini mutlaka görmelisiniz. Güneyde olmasından dolayı herhalde (gezdiğim
4 eyalet de güneydeydi, kuzeyi görmedim ama biliyorum) adım başı kiliseye
rastlıyorsunuz. Yeni yapılanlar genelde yerleşim bölgelerinde, tarihi olanlar
ise şehir merkezi civarında olduğu için şanslısınız. Çünkü çok güzel mimariye
sahip ve görülmesi şart olan harika binalara sahipler. Bilmem size ne kadar
cazip gelir ama tarihi mezarlıkları da mutlaka görülmeli. Bizdeki gibi sadece taştan
ibaret fazla mezar yok. Özellikle eski olanlar o filmlerde gördüklerimiz gibi
büyük, taş işçiliği mükemmel ve birer sanat şaheseriler. Hani Fatiha okumak
için durmasanız da ayrıntıları incelemek için önlerinde bir dakika
duruyorsunuz.
Hava kararınca,
trafik de azalıyor ve Canal St. Tabela ışıklarıyla binbir renge bürünüyor. Gece
3-4 gibi arabayla çok çok yavaş caddede ilerlemek, jazz müzik eşliğinde… İşte o
zaman bir Amerikan Rüyasını gerçekleştirip, o romantik ambiansın içinde
kaybolabilirsiniz. Yani bunu Türkiye’de de yapabilirsiniz ama o his bambaşka.
(en azından benim için öyleydi.)
Aslına
bakarsanız, ABD’de bulunuyorsanız New Orleans öyle yapılacak onlarca şeyle dolu
bir şehir değil. 2-3 gün ayırmanız fazlasıyla yeterli. Yüzmek, güneşlenmek,
geniş caddelerinde gezip, alışverişin dibine vurmak, geceleri o bar senin bu
bar benim eğlenmek ya da bir tepeye çıkıp şehrin manzarasını izlemek gibi bir
tatil planınız varsa New Orleans yanlış bir seçenek. Eğer ‘Geleneksel Amerika’dan
hoşlanıyorsanız, kalabalık yerine kafa dinlemek, gerçek Amerikan mutfağını
tatmak, gecenizi yalnız müzikli eğlenceye bırakmak istiyorsanız, modern-popüler
gezilerdense biraz daha sıradan ve melankolik turlardan hoşlanıyorsanız,
okyanus manzarasına nehir manzarasını yeğleyebilecekseniz New Orleans harika
bir tercih. Beyazların hala birer Güneyli (ama kesinlikle cahilinden olmayan,
iyi anlamda), siyahının hala kibar, göçmenlerin hala göçmen (Latinleri ve
Asyalıları kastediyorum) olduğu sıradan bir Amerikan şehri.
Kafanız benim
gibi huzur arıyorsa ve müzik her anınızın vazgeçilmez bir parçasıysa, uzun ve
yavaş otoban yolculuklarını, hızlı cadde yarışlarına, tişört, şort, spor
ayakkabıya, gömlek,kot pantolon, çizmeye, tramvaya binmeyi metroya, ‘65 model
bi Chevrolet’i 2012 Ferrari’ye, Harley Davidson’ı Kawasaki’ye Ray Charles’ı 50
Cent’e tercih ediyorsanız; Los Angeles ya da New York sizin şehriniz değil Sayın
Dostum. New Orleans’a gitmelisiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder